17 Şubat 2019 Pazar

Bir Kralın Trajedisi – Marko Kralijeviç


Her ne kadar Marko tarihsel bir karakter olsa da,
Tarih onun hakkında çok az şey biliyor.

Tarih boyunca Balkan toprakları çeşitli halklara ev sahipliği yaptı; Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar, Türkler… Tüm bu halkların mücadeleleri bugün hala halk kültüründe kendisine yer bulmaktadır. Folklore malolmuş bu karakterlerden birisi, 14. Yüzyılda Sırp İmparatorluğunun çöküş döneminde hem kral, hem de bir Osmanlı vasalı konumunda olan Marko Kralijeviçtir. Halk dilinde Kral Marko olarak da anılan Marko’nun hikayesi bu halk destanları arasında trajik ve bir o kadar da ilginç tarihi arka planı ile kendisine yer bulmaktadır. Kimdir Marko Kralijeviç? Bir Osmanlı Vasalı olmasına rağmen onu folklörde bir “kral” olarak böylesine sevdiren nedir?


Sırp İmparatorluğu en parlak çağını bilindiği üzere büyük Stefan Dušan önderliğinde yaşamıştır. Bizans’ın güç kaybetmesini de fırsat bilen Dušan balkanlardaki Bizans topraklarını fethetmekle kalmamış, Sırp Ortodoks kilisesini Konstantinopolis’ten ayırarak bağımsız bir patriklik haline dahi getirmiştir. Hızlı bir yükseliş dönemi içindeki Sırp İmparatorluğu Dušan’ın ölümü ile duraksamaya girer. Dušan öldüğünde onun yerine geçen oğlu Uroš henüz 18 yaşında ve tecrübesizdir. Gün geçtikçe kontrolü Sırp soylularından Vukašin Mrnjavčević’e kaptırmaktadır.  Nihayet genç Uroš’ soylu Vukašin’i naibi olarak atar ve böylece Vukašin tahtta Uroš ile eşit güç sahibi olur. Uroš çocuksuz olduğundan, olası taht kavgalarını önlemek adına Vukašin derhal kendi oğlu Marko’ya genç kral sıfatıyla sembolik bir biçimde taç giydirir. Bu sayede amacı, Sırp monarşisinin kendi hanedanı üzerine geçmesini sağlamaktır.

Balkan Orta çağ tarihi için belirleyici olan savaşlardan birisi en az Sırpsındığı savaşı (1364) kadar önemli olan Çirmen (1371) muharebesidir. Bu muharebede Marko’nun babası Vukašin Osmanlı Devletine karşı savaşmış ve hayatını kaybetmiştir. Savaştan birkaç ay sonra Uroš’un da hayatını kaybetmesi üzerine Sırp İmparatorluğu hükümdarsız kalır. Ancak babası Vukašin’in hükümdar naibi olmasından dolayı kral olması gereken Marko babasının kaybettiği savaş nedeniyle bir anlamda Osmanlı Vasalı konumuna düşmüştür.  Vukašin’in ölümü üzerine, diğer soylular Marko’yu bir kral ya da hanedanın varisi olarak tanımamış, kendi bölgelerinde Sırbistanı kurtarmak adına bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Sırbistan’ın kendi içinde yaşadığı bu bölünme bir anlamda Osmanlı Devleti’nin balkanları ele geçirmesini kolaylaştıracak, 1459 yılına gelindiğinde tek bir Sırp Devleti dahi balkan topraklarında varlığını devam ettiremeyecektir.

Marko’nun ne kadar süre Osmanlı Vasalı olmamak için direndiği net olarak bilinmese de, Çirmen muharebesinin yarattığı koşullar onu er ya da geç Osmanlı Vasalı konumuna düşürmüştür. Osmanlı Devleti, -Halil İnalcık’ın da çalışmalarında gösterdiği gibi- balkanlarda direkt olarak bir bölgeyi ele geçirme politikası izlemez, yerel vasallar belirler, bunlardan vergi alır ve itibarsızlaştır. Aynı şekilde Marko’da bir Osmanlı vasalı olarak kendi bölgesinden sorumlu olmak konusunda özgürdür. Ancak vergi ödemek ve savaş durumunda Osmanlı ile aynı saflarda savaşmak zorundadır.

Bir yanda Osmanlı vasalı olan Marko vardır, bu Marko-Osmanlı’nın izlediği politika gereği- kendi bölgesinde özgürdür. Öte yandan yasal olarak kral olan Marko vardır, bu Marko Sırp İmparatorluğu tahtında doğal olarak hak sahibidir. Ancak gerek içine düştüğü vasallık durumu, gerekse babası Vukasin’e karşı olan soylular nedeniyle krallığı kabul görmemektedir. Marko içine düştüğü bu trajik durumu sanatsal yaratımlar ve propaganda vesilesiyle de kullanmaya çalışmıştır. Bu propaganda’nın en etkili olacağı yer elbette ki kiliselerdir. Kendi bölgesinde olan özgürlüğü onun günümüz Makedonya’sında Üsküp ve Pirlepe gibi şehirlerde kilise ve manastırlar yaptırmasına ve bu yapıları zengin politik fresklerle süslemesine izin vermiştir.

Kilise Fresklerinde Propaganda

Çirmen Muharebesinden yalnızca bir yıl sonra Pirlepe de inşa ettirdiği Baş melek kilisesinin girişine babası Vukasin ve kendi fresklerini yaptıran Marko, bugün hasar gören bu freskte kendisini tanrısal bir el tarafından ve taç giydirilir biçimde tasvir ettirmiştir. Bu tasvirde Marko’nun beyaz kıyafeti, onun babasının ölümüne ve belki de hükümdarın ölümüne karşı tuttuğu yasın göstergesidir. 

Üsküp yakınlarında bulunan ve Marko Manastırı olarak da bilinen bir başka kilisede ise Kosova Muharebesi sonrası yapıldığı kanıtlanan bir başka Fresk bulunmaktadır. Kilisenin güney girişinde bulunan bu fresk, içerideki fresklerle ilişkilendirildiğinde hayret verici bir propaganda unsuru olarak öne çıkmaktadır. Freskte Marko’nun sol elinde bir boynuz tuttuğu görülür. İkonografik olarak çok sık karşılaşılan bir öge olmayan bu boynuzun Marko’nun elinde ne işi vardır? Obje ve bu objenin verdiği mesaj hakkında sanat tarihçileri arasında çeşitli spekülasyonlar ve hala devam eden tartışmalar vardır.

Boynuz figürünün hangi anlamı simgelediği için bakılması gereken ilk yer Kitab-ı Mukaddestir. Bilindiği üzere Eski Ahitte Krallar ve Peygamberler döneminde Peygamber Samuel, tanrının Kral olarak belirlediği kişileri geleneksel olarak boynuz içine doldurduğu bir yağ ile meshetmek ile ünlüydü. Bu gelenek Ortodoks çevrelerinde öyle yayılmıştır ki 14. Yüzyılda dahi bazı Bizans hükümdarlarının boynuz ve yağ ritüeli ile hükümdarlığa atandıkları bilinir. İşte tam da bu nedenden ötürü Sanat tarihçileri Marko’nun elinde taşıdığı boynuzun aynı Davud Peygamber’in simgelediği gibi “yaklaşan tehlike üzerine görevinin başında olan bir kralı” yani Marko’nun kendisini bir ikinci Davud olarak simgelediğini düşünmektedirler. Zira Marko bir Osmanlı Vasalı konumu olduğundan, Sırpların Osmanlılara karşı ağır bir yenilgi aldığı Kosova savaşına bizzat katılamamıştır. Marko’nun elinde tuttuğu boynuz, aynı Pirlepe Baş Melek kilisesindeki fresk gibi, onun hakkı olan, tanrı tarafından verilen bir hükümdarlık hakkını sembolize etmektedir. Öte yandan tüm bu Freskler sadece halka yönelik bir propaganda olmaktan öte, diğer soylulara yönelik yürütülen tabiri caizse bir meşruiyet mücadelesidir.

Marko’nun meşruiyet propagandası onun adını taşıyan Marko Manastırı’nda sadece boynuz simgesi ile sınırlı kalmaz. Sinkevic’in iddia ettiğine göre burada çok farklı ve dâhice bir propaganda kendisine yer bulmaktadır.  10x16 metre ölçülerine sahip olan bu kilisede alışılmadık bir biçimde 2 adet giriş kapısı bulunmaktadır. Kilisenin kutsal alanına (bema) girişin din adamları dışındakiler tarafından yasak olduğu düşünülürse, oldukça küçük kalan kilisenin ana alanına (naos) ikinci bir kapı yapılmasındaki amaç ne olabilir?

Kilisenin alışılmadık özellikleri sadece çift giriş kapısına sahip olması değildir. Bunun ötesinde, o tarihe kadar genelde kiliselerin giriş (narteks) bölümünde bulunan Deesis Freski’nin çok ilginç bir biçimde Naos’ta ve hatta güney yönünde bulunan ikinci giriş kapısının tam olarak karşısında bulunmasıdır. Sinkevic’in iddiası bu noktada oldukça ilgi çekicidir. Bilindiği üzere fresklerle süslenmiş çoğu Ortodoks kilisesinde en alt seviyedeki ilk fresk bölgesinde Ortodokslar tarafından saygıyla anılan aziz ve şehitlerin tasvirleri bulunmaktadır. Bu tasvirler Marko Manastırında Apsis hariç tüm güney,kuzey ve batı duvarını çevrelemekte ve 20’den fazla aziz tasvirini barındırmaktadır. Azizlerin hepsi kilisenin en kutsal alanı kabul edilen bema’ya doğru yürür şekilde tasvir edilmiştir. Ancak zincirin bozulduğu tek bir yer vardır. Bu yer de ikinci kapının sebep olduğu boşluktur. İşte bu boşluk, Marko tarafından resim programının tamamlanması için yapılmıştır. Normal halk, batı yönünde bulunan alışıldık kapıdan kiliseye girecek, “Kral” Marko ise, üzerinde boynuzlu freski bulunan güney kapısından içeriye girecek, Azizlerin bulunduğu resim programını canlı kanlı vücüduyla tamamlayacak ve tam karşısına aldığı Deesis sahnesi ile İsa Mesih ve kendisi arasında bir benzetme oluşturacaktır. O kendisini bu sayede İsa’nın ve dolayısıyla da Hristiyanlığın yeryüzündeki temsilcisi addecektir.

Gerçekten de Marko kendisini Hristiyanlığın temsilcisi olarak görmüş, ancak içine düştüğü politik durum ona trajik bir son hazırlamıştır. Osmanlı’nın Eflaklara karşı savaştığı Rovine muharebesinde, neredeyse önemsiz bir Osmanlı Vasalı konumunda hayatını yitirmiştir. Tarihçi Konstantin Kosteneçki’nin aktardığına göre, Marko bu savaş öncesinde “Bu muharebede ilk ölenlerden biri ben olsam dahi tanrıya bu savaşta hristiyanlara yardım etmesi için dua ediyorum” demiştir. Popüler tarihte her ne kadar popüler tarihte öne çıkan bir karakter olmasa da, Marko günümüzde güney Slavları tarafından bilinmekte, sahiplenilmekte ve halk folklörünün tam merkezinde bulunmaktadır.

Sırp folklorunda öne çıkan isimler düşünüldüğünde hiç kuşkusuz bugün bile adından söz edilen, Kosova savaşında I. Murad’ı hançerleyerek öldüren Milos Obilic akıllara gelir. Öte yandan Osmanlıya hizmet etmiş, örneğin Ankara savaşında Yıldırım Bayezid ile birlikte Timur’a karşı savaşmış bir Stefan Lazarević vardır. Ancak bu isimler arasında Marko’nun yeri nedir? Marko’nun bugün hala halk kültüründe bir kral olarak anılması onun aslında hak ettiği krallık mertebesine gerçek anlamda hiçbir zaman ulaşamamış olmasından mı, yoksa bir Osmanlı Vasalı iken yaptırdığı kilise ve politik mesajlarla yüklü fresklerden mi kaynaklanmaktadır?


Kaynakça
Vojislav J. Đurić – Byzantinische Fresken, München 1976.
Ida Sinkevic, Prolegomena For a Study of Royal Entrances in Byzantine Churches in: in Mark J. Johnson u.a., Approaches to Byzantine Architecture and Its Decoration: Studies in Honor of Slobodan Ćurčić. (Farnham 2012) 121-142.

Güney kapısı

Detay
Deesis, Kuzey duvarı
Kuzey duvarından güney girişine bakış

Pirlepe Baş Melek Kilisesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Kültürlerarası Yorumbilim

Aşağıda paylaşacaklarım Göttingen’de aldığım kültürlerarası yorumbilim (Intercultural Hermeneutics) dersi gözlemlerimden ibaret. Dersin sun...