Her ne kadar Marko
tarihsel bir karakter olsa da,
Tarih onun hakkında çok az şey biliyor.
Tarih boyunca Balkan toprakları
çeşitli halklara ev sahipliği yaptı; Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar, Türkler… Tüm
bu halkların mücadeleleri bugün hala halk kültüründe kendisine yer bulmaktadır.
Folklore malolmuş bu karakterlerden birisi, 14. Yüzyılda Sırp İmparatorluğunun
çöküş döneminde hem kral, hem de bir Osmanlı vasalı konumunda olan Marko Kralijeviçtir.
Halk dilinde Kral Marko olarak da anılan Marko’nun hikayesi bu halk destanları
arasında trajik ve bir o kadar da ilginç tarihi arka planı ile kendisine yer
bulmaktadır. Kimdir Marko Kralijeviç? Bir Osmanlı Vasalı olmasına rağmen onu folklörde
bir “kral” olarak böylesine sevdiren nedir?
Sırp İmparatorluğu en parlak
çağını bilindiği üzere büyük Stefan Dušan önderliğinde
yaşamıştır. Bizans’ın güç kaybetmesini de fırsat bilen Dušan
balkanlardaki Bizans topraklarını fethetmekle kalmamış, Sırp Ortodoks
kilisesini Konstantinopolis’ten ayırarak bağımsız bir patriklik haline dahi
getirmiştir. Hızlı bir yükseliş dönemi içindeki Sırp İmparatorluğu Dušan’ın
ölümü ile duraksamaya girer. Dušan öldüğünde onun yerine geçen
oğlu Uroš henüz 18 yaşında ve tecrübesizdir. Gün geçtikçe
kontrolü Sırp soylularından Vukašin Mrnjavčević’e kaptırmaktadır. Nihayet genç Uroš’ soylu Vukašin’i
naibi olarak atar ve böylece Vukašin tahtta Uroš ile eşit güç sahibi
olur. Uroš çocuksuz olduğundan, olası taht kavgalarını önlemek adına Vukašin
derhal kendi oğlu Marko’ya genç kral sıfatıyla sembolik bir biçimde taç
giydirir. Bu sayede amacı, Sırp monarşisinin kendi hanedanı üzerine geçmesini
sağlamaktır.
Balkan Orta çağ tarihi için
belirleyici olan savaşlardan birisi en az Sırpsındığı savaşı (1364) kadar
önemli olan Çirmen (1371) muharebesidir. Bu muharebede Marko’nun babası Vukašin
Osmanlı Devletine karşı savaşmış ve hayatını kaybetmiştir. Savaştan birkaç ay
sonra Uroš’un da hayatını kaybetmesi üzerine Sırp İmparatorluğu hükümdarsız
kalır. Ancak babası Vukašin’in hükümdar naibi olmasından dolayı kral olması
gereken Marko babasının kaybettiği savaş nedeniyle bir anlamda Osmanlı Vasalı konumuna
düşmüştür. Vukašin’in ölümü üzerine, diğer
soylular Marko’yu bir kral ya da hanedanın varisi olarak tanımamış, kendi
bölgelerinde Sırbistanı kurtarmak adına bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Sırbistan’ın
kendi içinde yaşadığı bu bölünme bir anlamda Osmanlı Devleti’nin balkanları ele
geçirmesini kolaylaştıracak, 1459 yılına gelindiğinde tek bir Sırp Devleti dahi
balkan topraklarında varlığını devam ettiremeyecektir.
Marko’nun ne kadar süre Osmanlı
Vasalı olmamak için direndiği net olarak bilinmese de, Çirmen muharebesinin
yarattığı koşullar onu er ya da geç Osmanlı Vasalı konumuna düşürmüştür.
Osmanlı Devleti, -Halil İnalcık’ın da çalışmalarında gösterdiği gibi- balkanlarda
direkt olarak bir bölgeyi ele geçirme politikası izlemez, yerel vasallar
belirler, bunlardan vergi alır ve itibarsızlaştır. Aynı şekilde Marko’da bir
Osmanlı vasalı olarak kendi bölgesinden sorumlu olmak konusunda özgürdür. Ancak
vergi ödemek ve savaş durumunda Osmanlı ile aynı saflarda savaşmak zorundadır.
Bir yanda Osmanlı vasalı olan
Marko vardır, bu Marko-Osmanlı’nın izlediği politika gereği- kendi bölgesinde
özgürdür. Öte yandan yasal olarak kral olan Marko vardır, bu Marko Sırp
İmparatorluğu tahtında doğal olarak hak sahibidir. Ancak gerek içine düştüğü
vasallık durumu, gerekse babası Vukasin’e karşı olan soylular nedeniyle
krallığı kabul görmemektedir. Marko içine düştüğü bu trajik durumu sanatsal
yaratımlar ve propaganda vesilesiyle de kullanmaya çalışmıştır. Bu
propaganda’nın en etkili olacağı yer elbette ki kiliselerdir. Kendi bölgesinde
olan özgürlüğü onun günümüz Makedonya’sında Üsküp ve Pirlepe gibi şehirlerde
kilise ve manastırlar yaptırmasına ve bu yapıları zengin politik fresklerle
süslemesine izin vermiştir.
Kilise Fresklerinde
Propaganda
Çirmen Muharebesinden yalnızca
bir yıl sonra Pirlepe de inşa ettirdiği Baş melek kilisesinin girişine babası
Vukasin ve kendi fresklerini yaptıran Marko, bugün hasar gören bu freskte
kendisini tanrısal bir el tarafından ve taç giydirilir biçimde tasvir
ettirmiştir. Bu tasvirde Marko’nun beyaz kıyafeti, onun babasının ölümüne ve
belki de hükümdarın ölümüne karşı tuttuğu yasın göstergesidir.
Üsküp yakınlarında bulunan ve
Marko Manastırı olarak da bilinen bir başka kilisede ise Kosova Muharebesi
sonrası yapıldığı kanıtlanan bir başka Fresk bulunmaktadır. Kilisenin güney
girişinde bulunan bu fresk, içerideki fresklerle ilişkilendirildiğinde hayret
verici bir propaganda unsuru olarak öne çıkmaktadır. Freskte Marko’nun sol
elinde bir boynuz tuttuğu görülür. İkonografik olarak çok sık karşılaşılan bir
öge olmayan bu boynuzun Marko’nun elinde ne işi vardır? Obje ve bu objenin
verdiği mesaj hakkında sanat tarihçileri arasında çeşitli spekülasyonlar ve
hala devam eden tartışmalar vardır.
Boynuz figürünün hangi anlamı
simgelediği için bakılması gereken ilk yer Kitab-ı Mukaddestir. Bilindiği üzere
Eski Ahitte Krallar ve Peygamberler döneminde Peygamber Samuel, tanrının Kral
olarak belirlediği kişileri geleneksel olarak boynuz içine doldurduğu bir yağ
ile meshetmek ile ünlüydü. Bu gelenek Ortodoks çevrelerinde öyle yayılmıştır ki
14. Yüzyılda dahi bazı Bizans hükümdarlarının boynuz ve yağ ritüeli ile
hükümdarlığa atandıkları bilinir. İşte tam da bu nedenden ötürü Sanat
tarihçileri Marko’nun elinde taşıdığı boynuzun aynı Davud Peygamber’in
simgelediği gibi “yaklaşan tehlike üzerine görevinin başında olan bir kralı” yani
Marko’nun kendisini bir ikinci Davud olarak simgelediğini düşünmektedirler.
Zira Marko bir Osmanlı Vasalı konumu olduğundan, Sırpların Osmanlılara karşı
ağır bir yenilgi aldığı Kosova savaşına bizzat katılamamıştır. Marko’nun elinde
tuttuğu boynuz, aynı Pirlepe Baş Melek kilisesindeki fresk gibi, onun hakkı
olan, tanrı tarafından verilen bir hükümdarlık hakkını sembolize etmektedir. Öte
yandan tüm bu Freskler sadece halka yönelik bir propaganda olmaktan öte, diğer
soylulara yönelik yürütülen tabiri caizse bir meşruiyet mücadelesidir.
Marko’nun meşruiyet propagandası
onun adını taşıyan Marko Manastırı’nda sadece boynuz simgesi ile sınırlı
kalmaz. Sinkevic’in iddia ettiğine göre burada çok farklı ve dâhice bir
propaganda kendisine yer bulmaktadır.
10x16 metre ölçülerine sahip olan bu kilisede alışılmadık bir biçimde 2
adet giriş kapısı bulunmaktadır. Kilisenin kutsal alanına (bema) girişin din
adamları dışındakiler tarafından yasak olduğu düşünülürse, oldukça küçük kalan
kilisenin ana alanına (naos) ikinci bir kapı yapılmasındaki amaç ne olabilir?
Kilisenin alışılmadık özellikleri
sadece çift giriş kapısına sahip olması değildir. Bunun ötesinde, o tarihe
kadar genelde kiliselerin giriş (narteks) bölümünde bulunan Deesis Freski’nin çok
ilginç bir biçimde Naos’ta ve hatta güney yönünde bulunan ikinci giriş
kapısının tam olarak karşısında bulunmasıdır. Sinkevic’in iddiası bu noktada
oldukça ilgi çekicidir. Bilindiği üzere fresklerle süslenmiş çoğu Ortodoks
kilisesinde en alt seviyedeki ilk fresk bölgesinde Ortodokslar tarafından
saygıyla anılan aziz ve şehitlerin tasvirleri bulunmaktadır. Bu tasvirler Marko
Manastırında Apsis hariç tüm güney,kuzey ve batı duvarını çevrelemekte ve
20’den fazla aziz tasvirini barındırmaktadır. Azizlerin hepsi kilisenin en
kutsal alanı kabul edilen bema’ya doğru yürür şekilde tasvir edilmiştir. Ancak
zincirin bozulduğu tek bir yer vardır. Bu yer de ikinci kapının sebep olduğu
boşluktur. İşte bu boşluk, Marko tarafından resim programının tamamlanması için
yapılmıştır. Normal halk, batı yönünde bulunan alışıldık kapıdan kiliseye
girecek, “Kral” Marko ise, üzerinde boynuzlu freski bulunan güney kapısından
içeriye girecek, Azizlerin bulunduğu resim programını canlı kanlı vücüduyla
tamamlayacak ve tam karşısına aldığı Deesis sahnesi ile İsa Mesih ve kendisi
arasında bir benzetme oluşturacaktır. O kendisini bu sayede İsa’nın ve
dolayısıyla da Hristiyanlığın yeryüzündeki temsilcisi addecektir.
Gerçekten de Marko kendisini Hristiyanlığın
temsilcisi olarak görmüş, ancak içine düştüğü politik durum ona trajik bir son
hazırlamıştır. Osmanlı’nın Eflaklara karşı savaştığı Rovine muharebesinde,
neredeyse önemsiz bir Osmanlı Vasalı konumunda hayatını yitirmiştir. Tarihçi
Konstantin Kosteneçki’nin aktardığına göre, Marko bu savaş öncesinde “Bu
muharebede ilk ölenlerden biri ben olsam dahi tanrıya bu savaşta hristiyanlara
yardım etmesi için dua ediyorum” demiştir. Popüler tarihte her ne kadar popüler
tarihte öne çıkan bir karakter olmasa da, Marko günümüzde güney Slavları
tarafından bilinmekte, sahiplenilmekte ve halk folklörünün tam merkezinde
bulunmaktadır.
Sırp folklorunda öne çıkan
isimler düşünüldüğünde hiç kuşkusuz bugün bile adından söz edilen, Kosova
savaşında I. Murad’ı hançerleyerek öldüren Milos Obilic akıllara gelir. Öte
yandan Osmanlıya hizmet etmiş, örneğin Ankara savaşında Yıldırım Bayezid ile
birlikte Timur’a karşı savaşmış bir Stefan Lazarević vardır. Ancak bu isimler
arasında Marko’nun yeri nedir? Marko’nun bugün hala halk kültüründe bir kral
olarak anılması onun aslında hak ettiği krallık mertebesine gerçek anlamda
hiçbir zaman ulaşamamış olmasından mı, yoksa bir Osmanlı Vasalı iken yaptırdığı
kilise ve politik mesajlarla yüklü fresklerden mi kaynaklanmaktadır?
Kaynakça
Vojislav J. Đurić – Byzantinische Fresken, München 1976.
Ida Sinkevic, Prolegomena For a Study of Royal Entrances in Byzantine
Churches in: in Mark J. Johnson u.a., Approaches to Byzantine Architecture and
Its Decoration: Studies in Honor of Slobodan Ćurčić. (Farnham 2012) 121-142.
Güney kapısı
Detay
Deesis, Kuzey duvarı
Kuzey duvarından güney girişine bakış
Pirlepe Baş Melek Kilisesi